İstanbul’da Bizans döneminden kalan birçok tarihi eser ve harabe haline gelmiş yapı var. Bunların arasında Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı gibi hepimizin bildiği eserler olduğu gibi, Tarihi Yarımada’nın uzak köşelerinde kalmış olan gizemli yerler de var. Bu yazıda İstanbul’daki Bizans dönemi eserleri arasından en önemli olanlarını sizlere tanıtmaya çalışacağım. Keyifli okumalar dilerim!
İstanbul’da Amaca Yönelik Kültür Turları Hakkında
İstanbul, milattan önce 660 yılına kadar uzanan geçmişiyle, dünya tarihinin en önemli şehirlerinden biri. Antik Yunan kenti Byzantion ile başlayan tarih koşusu, Roma ve Bizans döneminde Konstantinopolis, Osmanlı döneminde ise Konstantiniyye ve Dersaadet olarak devam etti. Resmi tarihi 2700 yıla yaklaşan bu şehir, bırakın dışarıdan gelen insanları; içinde yaşayanların bile tam olarak kavrayamadığı bir tarihsel derinliğe sahip.
İstanbul’a gelen yerli ve yabancı turistlerin en çok tercih ettiği turlar, genelde Sultanahmet ve çevresindeki en önemli yapıları içeren yürüyüş turları oluyor. Bu turların kapsamlı ve eğitici olduğu elbette tartışılmaz bir gerçek. Ancak birbirinden tamamen farklı tarih dilimlerinde inşa edilen ve farklı kültürleri yansıtan yapıları içerdiğini de vurgulamak gerekiyor.
Oysa İstanbul’da Bizans Tarihi veya Osmanlı Tarihi gibi tek bir alana odaklanan turlara katılmak ve mümkünse bu konuyu uzmanından dinlemek size büyük bir kültürel kazanım sağlayacaktır.
İçerik Listesi
İstanbul’da Bizans Dönemi Eserleri
Aşağıdaki satırlarda İstanbul’daki Bizans dönemi eserleri hakkında bilgi bulabilirsiniz. Bu tarihi yapılardan bir kısmı oldukça iyi korunmuş halde iken, bir kısmından ise günümüze pek bir şey kalmamıştır.
1. Hipodrom (At Meydanı)
Sultanahmet’in tam kalbinde konumlanan Hipodrom, Osmanlı döneminden kalma bir tabirle At Meydanı olarak da biliniyor. Bizans’ın başkenti olan Konstantinopolis’te, yaklaşık 40.000 kişinin bir araya geldiği Hipodrom, “Chariot” olarak da bilinen savaş arabalarının yarışlarına sahne oluyordu.
İki tane tekerleği olan savaş arabaları, 4 tane atın sürüklediği bir mekanizmaya sahipti ve kullanmak büyük ustalık gerektiriyordu. Hipodrom‘un düz kısmında hızlanan arabalar, köşelerden dönüş yaparken ölümüne savruluyor ve bu noktada sürücünün kabiliyeti de test edilmiş oluyordu.
İmparatorun da bizzat locasından izlediği yarışlar, zaman zaman büyük toplumsal olaylara ev sahipliği yapıyordu. İstanbul’da gelmiş geçmiş en büyük isyan olarak bilinen Nika Ayaklanması da burada başladı ve tüm şehri kasıp kavurdu. Hipodrom’daki eserlerden birinin öyküsünü, Yılanlı Sütun başlığında bulabilirsiniz.
2. Ayasofya

Ayasofya’nın yapılma sebebinin üst satırlarda bahsettiğimiz Nika Ayaklanması olduğunu az kişi bilir. 30.000 kişinin öldüğü isyandan sağ kurtulan İmparator Justinian, kudretini kanıtlayacak büyük çapta imar işlerine girişir. Bu amaçla görevlendirdiği Anthemios ve Isidoros, dünyanın en büyük ve en güzel mabedini inşa ederler.
Ayasofya öylesine muhteşem bir yapıdır ki, onun görkemine yaklaşacak yapıların inşa edilebilmesi neredeyse bin yıl sürer. Avrupa’da Ayasofya ayarında yapıların ortaya çıkması, ancak Rönesans döneminde mümkün olur. Doğu’da ise Ayasofya ile boy ölçüşecek camileri, yine bin yıl sonra Mimar Sinan yapmıştır.
3. Aya İrini Kilisesi
Topkapı Sarayı’nın anıtsal giriş kapısı olan Bab-ı Humayun’u geçtiğinizde, birinci avluya ulaşmış olursunuz. Dört büyük avludan oluşan Topkapı Sarayı’nın içinde, Bizans döneminden kalmış olan Aya İrini Kilisesi, sizi ilk selamlayan tarihi eser olacaktır.
Aya İrini Kilisesi, geçmişte Hristiyanlık dininin temellerini atan 7 ekümenik konsilden birinin toplandığı yapı olarak öne çıkar. Yüzlerce yıllık tarihinde, hem Bizans; hem de Osmanlı tarihinin en görkemli zamanlarına tanıklık etmiş olan bu yapı, İstanbul’un ilk arkeolojik müzesi olma özelliğini de taşır. 19. Yüzyıl’da burada sergilenen arkeolojik eserler, İstanbul Arkeoloji Müzesi‘nin açılmasıyla bugünkü yerine nakledilir.
4. Yerebatan Sarnıcı
İstanbul, Bizans tarihi boyunca çok sayıda kuşatmayla karşılaştı. Orta Çağ’ın en görkemli kentlerinden biri olan Konstantinopolis, çeşitli medeniyetlerin ve barbar kavimlerin gözlerini kamaştıran bir zenginliğe sahipti.
Meşhur Konstantinopolis surları 4. Yüzyıl’da inşa edildi ve şehri asırlar boyu korumayı başardı. Şehir savunmasının başarısız olduğu iki kuşatmadan biri Latin İstilası (1204) ve İstanbul’un Fethi (1453) idi.
Geçmişte defalarca kuşatılan ve aylarca kuşatma altında kalan şehrin en önemli gereksinimi içme suyu ihtiyacıydı. İstanbul Tarihi Yarımada’nın altında doğal su kaynağı bulunmadığı için, şehir suyunun depolandığı sarnıçlar hayati öneme sahipti. Bu sebeple İstanbul’un altı adeta köstebek yuvası gibi oyulmuş ve onlarca sarnıç inşa edilmiştir.
İstanbul’daki Bizans Sarnıçları arasında en meşhur olanı, elbette Yerebatan Sarnıcı idi. Şehrin kurulduğu Antik Yunan döneminden kalma sütunların devşirilmesi ile yapılan bu görkemli su deposu, halk arasında “Yerebatan Sarayı” olarak da anılırdı.
Sultanahmet bölgesinde Yerebatan Sarnıcı‘nın haricinde görülebilecek 4 sarnıç daha vardır. Bunlardan ilk ikisi Binbirdirek Sarnıcı ve yakın zamanda restore edilip hizmete açılan Şerefiye Sarnıcı’dır. Özel işletmeye bağlı olan Sarnıç Restaurant ve Nakkaş Halı Mağazası’nın bodrum katındaki Sarnıç (aynı zamanda sergi alanıdır) da görülmeye değerdir.
Yerebatan Sarnıcı’nın gizemli ortamı, konusu İstanbul’da geçen filmler için de bir çekim alanıdır. James Bond ve Inferno (Dan Brown uyarlaması) gibi filmler için de set olarak kullanılmıştır.
5. Bozdoğan Kemeri
İstanbul, milattan önce bir Yunan Kolonisi (Byzantion) olarak kurulduğunda, oldukça küçük bir yerleşkeydi ve su ihtiyacını geçici yöntemlerle giderme şansına sahipti.
Ancak Roma İmparatoru Konstantin’in, imparatorluğun merkezini İstanbul’a taşımasıyla, şehrin nüfusu hızla artmaya başladı. Yakınlarda bir su kaynağı bulamayan Romalılar, tarihin en uzun su kemerini inşa etmek suretiyle İstanbul’a içme suyu getirmeyi başardılar.
Valens Su Kemeri, eğimli mimari yapısından dolayı şehre hiç durmadan su sağlıyordu. Bu suların bir yerlerde depolanması gerekliliği de, şehirde onlarca sarnıcın inşa edilmesine yol açtı.
Osmanlı döneminde de restore edilip kullanılmaya devam edilen su kemeri, Bozdoğan Kemeri olarak anılmaya başlandı. Lakin Osmanlılar su kemerlerinden gelen suyu sarnıçlara doldurmadılar. Bunun yerine görkemli boyutlarda çeşmeler inşa edip, içme suyuna erişimi kolaylaştırdılar.
6. Kariye Camii (Chora Kilisesi)
Kariye, İstanbul’daki Bizans eserleri arasında özel bir yere sahiptir. Çünkü Bizans’ın en önemli özelliklerinden olan mozaik sanatını, en iyi temsil eden eserler bu kilisede bulunur.
Elbette Ayasofya’yı gezerken de birçok Bizans mozaik panosu görülebilir. Ancak Kariye’deki mozaikler, hem daha iyi korunmuş olması ve hem de bize bir hikaye anlatması nedeniyle daha dikkat çekicidir.
Bazilika planlı bir kilise olan Kariye’de, ana mekan oldukça sadedir ve tek bir mozaik panosuna sahiptir. Ancak kilisenin iç ve dış koridorlarındaki mozaikler, adeta paha biçilemez kıymette birer sanat eseridir. Hz. İsa ve Hz. Meryem’in hayat öykülerini anlatan bu mozaikler, ne kadar depremlerden zarar görmüş olsa da halen oldukça iyi durumdadır.
Özünde bir manastır olan ve İmparator Konstantin dönemi İstanbul’unun dışında kalan kilise, rahiplerin inzivaya çekildiği bir yerdi. Ancak İmparator II. Theodosius tarafından surlar genişletilince, manastır da şehir sınırlarının içine taşınmış oldu. Halen şehir dışı anlamına gelen “Chora” adıyla bilinen manastır kilisesi, bir dönem cami olarak da hizmet verdi.
Kariye’ye bugünkü önemini kazandıran kişiyse, Theodore Metochites adındaki bir Bizanslı alim ve devlet adamıydı. Servetini kiliseyi dekore etmeye harcayan Metochites, kiliseye sonradan eklemlenen “parekklesion” adındaki yan koridora defnedilmiştir.
7. Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Camii)
Pantokrator Manastır Kilisesi, İstanbul’un tarihi semtlerinden Zeyrek’te yer alıyor. Uzun yıllar restorasyon nedeniyle kapalı olan yapı, İstanbul’daki Bizans kiliseleri arasında Ayasofya’dan sonraki en büyük yapı olarak öne çıkıyor.
Bir dönem imparatorların mezar kilisesi olan yapı, şehrin en önemli mabedleri arasında başı çekiyordu. Ayasofya, Havariyyun Kilisesi ve Pantokrator Manastır Kilisesi şehrin en çok kutsallık atfedilen yapılarıydı.
Zeyrek Camii’nin görkemli mimari yapısını gözlemlemek için, yapıya Haliç kıyılarından bakmak gerekir. Haliç üzerindeki metro köprüsünden, Tarihi Yarımada’nın silüetine bakıldığında, en belirgin tarihi yapılardan biridir.
8. İstanbul Surları
İstanbul, M.S. 330 yılında Konstantin’in emriyle bir Roma başkenti haline getirilmiş ve Antik Yunan kenti sınırları, 4 katına çıkarılmıştı. Ancak kısa sürede Doğu’nun en önemli şehri haline gelen Konstantinopolis, bir nüfus patlaması yaşadı. 4. Yüzyıl’ın sonuna gelindiğinde şehir surlarının genişletilmesi şart olmuştu.
II. Theodosius, henüz genç bir imparator iken; şehrin bu önemli ihtiyacını çözmeye karar verdi. Üç tarafı denizlerle çevrili olan Tarihi Yarımada’nın kara surları, 3 ayrı bölümden oluşacak şekilde inşa edildi ve adeta geçilmez oldu. Bu surların sağlamlığı ve güvenlik katmanları sayesinde Konstantinopolis bin yılı aşkın bir süre Bizans’ın başkenti olarak kaldı.
Konstantinopolis’in Haliç’ten, Marmara Denizi‘ne kadar uzanan İstanbul Surları, ancak dev topların icad edilmesi ve savaş meydanlarında kullanılması ile mümkün oldu. 15. Yüzyıl’da bu dev topları kullanan Fatih Sultan Mehmet’in ordusu, şehir savunmasında bir gedik aşmayı başardı ve İstanbul’u aldı.
9. Konstantin Forumu (Çemberlitaş)
İmparator Konstantin zamanında şehrin ana yolu “Mese” olarak anılıyordu. Seferden dönen muzaffer Roma ordularının geçtiği zafer kapıları ile donanmış olan Mese, aynı zamanda Konstantin Forumu adında bir meydana da sahipti. Günümüzde Çemberlitaş adıyla bilinen renkli sütun ise, bu meydanın tam kalbinde yer alıyordu.
Şehrin kalbini oluşturan meydanlardan biri Konstantin Forumu, diğeri ise Beyazıt’taki Theodosius Forumu’ydu. Bugün halen Tarihi Yarımada’nın ana caddelerinden biri olan Mese, üzerinden tramvay geçen “Divanyolu Caddesi” olarak biliniyor. Yolun sonu Topkapı Sarayı’ndaki Divan-ı Humayun’a kadar uzandığı için, Osmanlı döneminde böyle adlandırılmış.
Konstantin Forumu’nun canlandırma resmine bakıldığında, ne kadar heyecan verici bir yer olduğu da açıkça görülüyor. Antik Roma esintileri taşıyan Konstantin Forumu, kuşkusuz ki yüzyıllar boyunca “Taksim Meydanı” misali sembolik bir merkez noktasıydı.
10. Aya Theodosia Kilisesi (Gül Camii)
Son yıllarda Fener Balat kültür turlarına katılmak, oldukça popüler bir aktivite haline geldi. Yürüyerek birkaç saatte gezilebilen bu semtlerde, son dönemlerde açılan harika butik kafelerde mola vermek ve gününüzü renklendirmek de mümkün. Ekseriyetle Cibali’den başlayan, Fener ve Balat semtlerini gezdiren turlar; bazen Ayvansaray’a kadar uzanabilen bir rotayı kapsıyor.
Cibali, Fener, Balat yürüyüşü sırasında karşınıza çıkacak olan en güzel yapılardan biri ise, günümüzde Gül Camii olarak bilinen Aya Theodosia Kilisesi’dir. İkona Kırıcılık döneminde şehit olan bir Hristiyan Azize’ye adanmış olan bu kilisenin, zamanında insanlara şifa dağıttığına inanılırmış. Bu sebeple hasta yatağında bile olsa insanlar sedye ile buraya taşınır ve dua edilirmiş.
Azizenin yortu gününde güllerle donatılan bu kilise, Osmanlı ordusu şehre girdiğinde kırmızı çiçeklerle bezeli bulunmuş. Bu sebeple II. Bayezid döneminde camiye çevrilirken bu olayın anısına Gül Camii adı verilmiş.
11. Fener Rum Patrikhanesi
Osmanlılar İstanbul’u fethettikten sonra Ortodoks Kilisesi varlığını sürdürmeye devam etti. Fatih Sultan Mehmet’in bazı ayrıcalıklar tanıdığı Fener Rum Patrikhanesi, şehrin en kalabalık gayrimüslim cemaati olan Rumların ruhani merkeziydi.
Bizans İmparatorluğu döneminde şehrin en önemli kilisesi olan Ayasofya, camiye çevrilince; Ortodoks Patrikhanesi de yerinden taşınmak zorunda kaldı. İlk olarak şehrin en büyük ikinci kilisesi olan Havariyyun Kilisesi’ne (Kutsal Havariler Kilisesi) taşındı. Ancak bir süre sonra burası yıkılınca, Pammakaristos Manastırı, Patrikhane binası olarak kullanılmaya başlandı.
Nihayet 16. Yüzyıl’ın sonunda bugünkü Fener Rum Patrikhanesi olan Aya Yorgi Kilisesi’ne (Church of St. George) yerleşildi. Günümüzde Balat semti sınırları içinde kalan Patrikhane, Fener Balat kültür turlarının en önemli duraklarından biridir. Patrikhane kompleksinin kalbinde yer alan Aya Yorgi Kilisesi’nin altın varaklı altarı, gerçekten de görülmeye değer bir eserdir.
Aya Yorgi Kilisesi şu anki haliyle Bizans döneminden kalma bir yapı değil. Ancak Bizans tarihini araştıran birinin burayı görmeden geçmesi mümkün değil. Çünkü kilisenin içinde erken dönem Hristiyanlık tarihine mal olmuş önemli din adamlarının relikleri var. Ayrıca 11 ve 13. Yüzyıllardan kalma tarihi ikonalar da görülebiliyor.
İstanbul’daki Diğer Bizans Yapıları
Elbette Bizans İmparatorluğu’ndan günümüze kalan tarihi eserler yalnızca bunlarla sınırlı değil. Şehirde camiye çevrilmiş olan irili ufaklı Bizans Kiliseleri bulunuyor. Bunların hemen hepsi, günümüzün Fatih İlçesi sınırları içinde görülebilir. Özellikle Süleymaniye, Vefa, Zeyrek, Fener, Balat, Ayvansaray ve Edirnekapı semtlerinde bu gibi küçük kiliselere rastlamak mümkün.
İstanbul’daki Bizans Sarayları
İsmini andığımız yapıların haricinde, artık harabe haline gelmiş ve tamamen yok olmaya yüz tutmuş Bizans eserleri de var. Ancak duvar kalıntılarından tanıyabildiğimiz bu eserler arasında Bizans Sarayları başı çekmektedir. Sultanahmet’te konumlanan Roma İmparatorlarının Büyük Saray’ı, Ayvansaray semtinde bulunan Tekfur Sarayı (Blakhernai Sarayı); Bizans döneminde kullanılmış olan iki ana saraydır.
Büyük Saray’dan geriye kalan enfes mozaiklerin bir kısmını, Sultanahmet Arasta Çarşısı’nın içindeki Büyük Saray Mozaikleri Müzesi‘nde görebilirsiniz. Bu müzede Müzekart da geçtiği için, ücretsiz olarak ziyaret edebilirsiniz.
Konstantinopolis Surları’nın Haliç ile kavuştuğu köşede bulunan Blakhernai Sarayı, Bizans imparatorlarının 10. Yüzyıl’dan sonra ikamet ettiği yapıdır. Dillere destan bir dekorasyonu olan bu saraydan günümüze “Tekfur Sarayı” olarak da bilinen küçük bir bölüm kalmıştır.
İstanbul’da Bizans Dönemi Eserleri by Serhat Engül
Leave a Reply